Açıklama
Geçen yüzyılda Dostoyevski, Rus edebiyat geleneğinin içindeki yazarlık çizgisini vurgulamak amacıyla, “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık!” demişti. Bizler de yirminci yüzyılda onun bu nükteli deyişine benzer bir analoji kurmaya kalkışarak şöyle diyebiliriz belki: “Bütün modern edebiyat Laurence Sterne’ün cübbesinden çıkmıştır!”
Evet, deyim yerindeyse bütün modern edebiyat bu cübbeden çıkmıştır. Çünkü Papaz Laurence Sterne 1759’da birinci cildi yayımlanan ilk eseri Tristram Shandy’nin Yaşamı ve Görüşleri ile edebiyat dünyasında son derece yenilikçi bir çığır açmış olan öncü bir yazardır. Yenilikçiliğinin temelinde, geleneksel öyküleme anlayışını ve olay örgüsünü bir yana iterek yazıya, tıpkı yaşamda olduğu gibi, doğal bir esneklik ve canlılık getirmeye çalışması yatar. Bu yanıyla o, yurttaşı İrlandalı Joyce ve Beckett gibi yazarların ağababası sayılabilir. “Bilinç akışı” tekniğinin savunucularından Virginia Woolf’un da kendi yazarlığında Sterne’den bunca esinlenmesi nedensiz değildir. Filozof John Locke’un “fikirlerin çağrışımı” kuramından etkilenen Sterne, daha 18. yüzyılın ortalarında, insan zihninin doğal işleyişine kâğıt üzerinde uygun düşecek bir yazı ritmi yaratmaya çalışmıştır. Nitekim, kendi yaşam yolculuğunun sona erdiği 1768 yılında yayımlanan Duygu Yolculuğu’nun açılış cümlesi bu yenilikçi anlayışın somut bir örneğidir: “Fransa’da,” dedim, “bu işlerin daha bir kolayını biliyorlar.”
Yani roman, sıradan bir konuşma üslubuyla açılır.
Laurence Sterne’ün Duygu Yolculuğu’nu yazarken güttüğü kaygı, Fransa ve İtalya’da yaşadıklarını, geleneksel gezi kitaplarındaki gibi öykülemek, oralarda tanık olduğu farklı davranış kalıplarını geleneksel biçimde betimlemek değildir. Onun bakış açısı özellikle ve öncelikle öznel’dir. Onun kaygısı kendi duygularını dışarı vurmaktır. O yalnızca kendiheyecan ve tutkularının peşine takılır, yaşadığı şeylere her an hareket halinde olan bir zihnin gözüyle bakar; yazarken bakış açısı her an değişir; konudan sapmaya eğilimli, hınzır ve eğlendirici üslubu daldan dala konan bir kelebek gibidir. İşte bu yüzden, Virginia Woolf’un da vurguladığı üzere, yolda rastladığı “ölmüş bir eşek” onu “devasa bir katedral”den daha çok ilgilendirir.
Eğer insan yaşamını bir “yolculuk” metaforuyla dile getirmek mümkünse, bu yolculuğa, günümüzün “paket tur” yolcuları gibi önceden ölçülüp biçilmiş hazlarla değil, tıpkı Sterne’ün anlatmaya çalıştığı gibi, “özel ve öznel” duygularla çıkmayı bilenler için bir kitap Duygu Yolculuğu…